Hey Oyuncu, Seni Oynayan Benim!
Tetikçi (Crank) filmleri ile tanıdığımız yönetmenler Mark Neveldine ve Brian Taylor, aksiyon sahneleri ile dolu bir bilim-kurgu sunuyorlar. Ken Castle adında asosyal bir zenginin sanallaşan dünyayı ele geçirme planının Hollywood klasiklerine dayanarak nasıl engellendiğini görüyoruz filmde. Bu tarzda gerçeklik ve sibernetik kavramları ile karşıma çıkan her filmde aklıma Jean Baudrillard gelir, ister istemez. Kısaca “Simülakrlar ve Simülasyon”dan bahsedip filme geri dönmek istiyorum, izninizle.
Jean Baudrillard, her kavramın televizyonlarda görselliğe dönüşürken, insanlar bu rahatlık sayesinde herhangi bir şeyi derinlemesine düşünememesinden ve cansız kitle iletişim araçlarının kendilerine yüklenen işlevden, yani aracı olma durumundan çıkıp bağımsız bir kendilik haline gelmesini “Simülakrlar ve Simülasyon” adlı kitabında detayları ile anlatır. Birey içinde bulunduğu durumu sadece izlemektedir; her şeyin farkındadır. Jean Baudrillard’ın örneğine göz atacak olursak; birey televizyonda bir iç savaşı, herhangi bir tuvalet kağıdı reklamıyla aynı duyarsızlıkla izlemektedir. Televizyonu kapattıktan sonra iç savaş devam etse bile onun için konu kapanmıştır. Bireyin yaşadığı bu evren, bir simülasyon evrenidir. Her şey görüntülerden ibarettir ve cansızdır.
Simülakrları ise üç gruba ayırır:
- Tanrının yaratmış olduğu ideal doğanın aynısını oluşturmayı amaçlayan taklit ve kopyalama üstüne kurulu… Ütopyalar üreten bir düşsellik…
- Tüm üretim düzenini kapsayan enerji ve güç üstüne kurulmuş, makinelerin somutlştırdığı üretici… Bilim kurgu üreten bir düşsellik…
- Bilgi, model ve sibernetik oyunlardan oluşan total bir işlemsellik ve hepirgerçeklik ve total bir denetimi amaçlayan… Düşsellik artık yok.
Aralarında mesafe yoksa ne düşsellikten bahsedilebilir ne de gerçekten. Çünkü modeller ortaya çıkacak gerçeğin yerine geçtiklerinden, kurgulanmış bir gerçek düşüncesinin varlığına tahammül edemez. Yalnızca sibernetik anlamda bir simülasyon evreninin yaşamasına, bu modelleri keyfinize, arzunuza, sapkınlıklarınıza göre yönlendirebileceğiniz bir evrenin var olmasına izin verir. Bu anlamda gerçeğin yönlendirilmesi ve gerçeğin üretilmesi arasında bir fark kalmaz; bu da kurmacaya gerek kalmadığı anlamına gelir.
Bunların hepsi milyarder Ken Castle’ın yarattığı “Toplum” oyunu buna denk düşmektedir. Ken Castle, çoklu oyunculu oyun ortamını yaratırken, yönetenler ve yönetilenler olarak iki farklı seçenek sunar insanlara. Yönetilenlerin beynine nanobişi hücreleri ekleyerek, onları kumanda edilebilir hale getirir. Perdenin izleyicisi durumunda sapkın fantezilerini gerçekleştirmek isteyen yönetenler ise insanları oynamaktadırlar. Bu teknoloji bir süre sonra idam mahkumlarının 30 gün hayatta kalmayı başarırsa, özgürlüklerini tadabileceği bir savaş oyununu doğuruyor.
Gamer (2009) Trailer from mutantx on Vimeo.
Ken Castle’ın yarattığı oyun dünyasının neler doğurabileceğini fark eden İnzanlar ona karşı harekete geçiyorlar ve belli ölçüde oyunu hack’leyerek, “Slayers” adlı savaş oyununun ana karakteri Kable’a iradesinin geri verilmesini sağlıyor. Kable’ı yöneten, gerçek dünyanın gerçek insanlarından - her şey gerçeğin yokluğunun etrafında dönerken, baştan beri yapılmış, yazılmış, herkesin rolünü oynadığı bu evren kurgusunda, birazdan rolü bitecek ve bilgisayarındaki ekranlarını açıp bir aktörden daha fazla şey olmadığımızı bilerek, kendi öyküsüne ve simülakrına gerçekten inanan Simon ile Kable’ın çatışmasını ve aynı şeyi yaşamadıkları için doğan anlaşamamazlığa daha çok yer verilmesini dilerdim.
En azından birçok benzerlerini gördüğümüz biz izleyicilerin beklentisi de bu anlatımdan doğal olarak bol aksiyon, gerçek ile sibernetik arasında sıkışan bu insanların neler yaşadıklarının tanımlanması oluyor. Bunu da hak ettiği ölçüde kesinlikle bulamıyoruz.
0 comments:
Yorum Gönder